17 Temmuz 2001
Bölük karargahında yapılacak fazla bir şey yok... Mevzilere dağılmış arkadaşların ihtiyaçları ile uğraşıyoruz... Mevzilerin hemen hemen tümü geçen zamanın tesiriyle yıpranmış... Arkadaşlar mevzilerini güçlendirmek için sürekli çalışıyor... Biz de onlara kum torbası, yiyecek falan taşıyoruz...
Sürekli radyo dinliyoruz... Makarios ölmemiş... Makarios Baf’taki bir radyodan konuşma yaparak ölmediğini duyurmuş, Rum halkını darbecilere direnmeye çağırmış...
Ve Makarios, konuşmalarıyla, demeçleriyle, Yunanistan ve darbecilere veryansın ediyor, “Yunanistan adayı işgal etmektedir... Dünya buna dur demelidir... Darbecilere boyun eğmemelisiniz...” diyor...
Darbeciler Nikos Samson’u Cumhurbaşkanı ilan etmişler... Bunu duyan herkes, “kuşkularımız kesinleşti... Bunlar ilk fırsatta bize saldıracaklar...” görüşünde birleşiyor... Kanlı katil Nikos Samson’u herkes tanıyor... Sicili temiz değil...
Rumlar ne açıklama yaparlarsa yapsınlar ikna edici olamıyorlar... Herkesin kafasında olaylar netlik kazanıyor... Darbenin hedefinin Enosis olduğu açıklık kazanıyor... Türk askerinin gelmesi lazım... Başka çare yok... Ama gelecekler mi? Eskiler “biz 63’ü, 67’yi yaşadık... Gelmediler... Şimdi de zor gelirler...” diyor...
Mücahit komutanları ise, inandıklarından mı yoksa bizlere moral vermek için mi bilemem. “bu kez durum 63’e, 67’ye benzemez... Bu sefer gelecekler, göreceksiniz...” diyorlar...
Türkiye’den umut veren açıklamalar geliyor... Ecevit açık ve kesin konuşuyor... Umutlanıyoruz... Heyecanlanıyoruz... Ama benzeri konuşmaları daha önce de duymuştuk... “Acaba bu kez olur mu” diyoruz ve bekliyoruz...
Temmuz sıcağında bölük karargahının avlusundaki asmanın altında oturup vakit öldürüyoruz... Sağdan soldan haber almaya çalışıyoruz... Özellikle diğer şehirler ve köylerdeki durumu merak ediyoruz... Darbeden sonra Türk bölgeleri arasında ulaşım yok... Haberleşme yok...
*****
Saray Otel’in üst katlarından birinde bir makineli tüfek mevziimiz var... O mevziinin komutanı Yusuf Çavuş... Yusuf Çavuş Afanyalıydı... Mesarya insanının özelliklerini taşırdı... Yanık bir teni vardı... Duygusaldı... Onurluydu... Cesurdu... Heyecanlıydı...
Yusuf Çavuş hatırlayamadığım bir nedenden bana küsmüştü... Bir çavuş askerine küser mi? Yusuf Çavuş küserdi... Duygusaldı... Bir şeye kızdı mı, karşısındakini değil kendi kendini cezalandırırdı...
Bölükte boş oturmaktansa, bir bahane yaratıp Saray Otel’deki mevziiye gittim... Yusuf Çavuş’la karşılaştık... Gözlerinden yaşlar boşanarak boynuma sarıldı... Ağladı, ağladı ve duruldu... “Bu ölümlü dünyada küsmek akıl işi değil” dedi.... Birinci Harekat sırasında Yusuf Çavuş hep Saray Otel’deki mevzide kaldı... İkinci Harekat’ta ise, Mesarya’yı iyi bildiği için, Doğu’ya yürüyen birliklere rehberlik yaptı... Mağusa’ya ilk girenlerden biriydi... Çok sonraları talihsiz bir şekilde hayatını kaybetti...
Yusuf Çavuş da, öteki arkadaşlar gibi mevziini güçlendirmeye, kum torbalarıyla takviye etmeye çalışıyordu... M34 makineli tüfeğine ise gözü gibi bakıyordu... Her parçasını elden geçiriyor... Yağlıyor... Siliyordu...
Türk askerinin geleceğine kesinlikle inanıyordu... “Gelirler... Gelirler... Durum çok ciddi... Hepimizi öldürüp adayı Yunanistan’a bağlayacaklar... Türkiye buna müsaade etmez, edemez... Gelecekler...” diyordu...
Ve herkes, Türk askerinin geleceğine inanan da inanmayan da, gözleri Kuzey’de bekliyordu...