2 Aralık 2002
Her fırsatta tekrarlıyoruz, “1974 öncesine kesinlikle dönmeyeceğiz”... Bunu neden söyleriz?... Çünkü 1974 öncesi koşullar çok kötüydü... Neydi bu koşullar?...
Can güvenliğimiz yoktu... Her an Rum’un bir saldırısına muhatap olabilirdik, elimiz tetikte bekliyorduk... Hepimiz mücahittik... 15 yaşındaki öğrenci de, 40 yaşındaki manav da... Öğrenciler okul saatleri dışında, manavlar da iş saatleri dışında sürekli mücahitlere katılırdı...
Ekonomik açıdan sıfırın altındaydık... Her ay, Kızılay gemisinin, Rum’un çıkardığı binbir zorluğu aşarak, Mağusa Limanı’na yanaşmasını ve Kızılay’ın gıda yardımının Türk bölgelerine ulaşmasını dört gözle beklerdik... Sonra da bu yardımın dağıtıldığı merkezlerde, elimizde “raşın” kartımız, yarım kilo salça, iki kilo makarna ve benzeri gıda malzemelerini almak için beklerdik... Allah Kızılay’dan razı olsun...
Sağlığımız mı tehlikeye girdi?... Ya şartlardan dolayı son derece yetersiz genel hastanemize, ya da yine Kızılay’ın kurduğu ve Türkiye’den doktorların hizmet verdiği Kızılay Hastanesi’ne koşardık...
Okullarımızı evsiz kalmış göçmenlerle paylaşır, göçmenlerin yatakhane yaptığı sınıfların yanındaki sınıflarda ders yapardık... Öğretmenlerimiz de gündüz okulda, gece mevzideydi...
Bir yerden bir yere seyahat ederken, Rum’un utanç barikatlarında aşağılanırdık, onursuz bir duruma sokulurduk, gururumuz kırılır, boynumuz bükülürdü... İnsanlık haysiyetimiz çiğnenirdi...
İnsanlık haysiyetimiz bir yerde daha çiğnenirdi... Mücahit maaşıyla ailelerini geçindiremeyen sürekli mücahit olan abilerimiz, komutanlarımızdan izin alarak (Mücahit olmayan binlerce işsizle birlikte), başka çıkış yolları olmadığı için, Rum tarafına “beton”a giderlerdi... Yani Rum tarafında beton dökmeye... Yani inşaat işçiliğine... Horlanmak, aşağılanmak, “bello Turko” gibi ifadelere muhatap kalmak pahasına...
Bu abilerimiz, Rum’un sağladığı pasaport ve iş imkanıyla Avustralya’ya, İngiltere’ye göç etmeyi reddedip, aşağılanmak ve her türlü zorluğa göğüs germek pahasına, Rum’la mücadeleyi ve zorlukları göğüslemeyi tercih edenlerdi... Yani kişisel rahatlığı ve mutluluğu tepip toplumsal mücadeleyi sergileyenlerdi...
1974 öncesi durumla ilgili bu liste daha çok uzatılabilir... Ancak benim gelmek istediğim nokta o değil...
“1974 öncesine kesinlikle dönmeyeceğiz” derken, 1974 öncesi koşulların geride kaldığını ve o koşulları artık yaşamak istemediğimizi anlatmak isteriz...
Bu yaklaşım belki belli ölçüde doğru... Ancak dün Milliyet gazetesinin gündeme getirdiği, bugün bizim de manşetimizde aktardığımız konuya bakınca sormak ihtiyacı hissediyorum: “Şu anda her türlü aşağılanmayı, onursuz duruma sokulmayı, insanlık haysiyetinin incinmesini göze alarak güvenliğini tehlikeye atarak, ekmeğini Güney Kıbrıs’ta kazanmak zorunda bırakılan binlerce kardeşimiz, 1974 sonrasının nimetlerinin hangisinden yararlanmaktadırlar? Bu kardeşlerimiz için, “1974 öncesine dönmeyiz” cümlesi ne anlam ifade ediyor? Şu anda onlar fiilen 1974 öncesinin koşullarını yaşamıyorlar mı?
Peki bu durum onların suçu mu? Yoksa, Kıbrıs Türk halkının varlığını bir türlü uluslararası alanda yasallaştırmayı başaramayan, uluslararası alanı bırakın, Anavatan Türkiye ile bile doğru dürüst bir ilişki içine giremeyen, içte uygulanan politikalarla ülkeyi iflasa sürükleyenler mi? “Çözümsüzlük çözümdür” deyip, halkın bıkkınlığını görmezlikten gelip politika yapanlar mı? Bugün Annan planı ile ortaya çıkan çözüm fırsatında, “Bu planı Kıbrıs Türkü ve Türkiye’nin çıkarlarını koruyabilecek şekle nasıl getirebilirim?” düşüncesi ile hareket etmek yerine, “Böyle rezillik olmaz” diyerek elinin tersi ile itmeye çalışanlar mı?
Kıbrıs Türkü’nün artık sabrı tükenmiştir... İnsanca yaşam istemektedir... Kıbrıs Türkü’nün seçilmiş liderleri de bu yolda uğraş vermek zorundadırlar... Bunu yapmazlar ve Kıbrıs Türkü ve Türkiye’nin çıkarlarına zarar vermeye devam ederlerse, tarih önünde hesap veremeyeceklerdir...